The Night Porter (1974)



the night porter ile ilgili görsel sonucu


8.5 / 10

Usta yönetmen Liliana Cavani’den, seyirciyi rahatsız eden, çarpıcı bir aşk filmi. Ele aldığı karakterler ve onların ilişkisi açısından Nagisa Oshima’nın “Ai no corrida”sının ya da Bernardo Bertolucci’nin “Last Tango in Paris”inin hemen yanı başında anılabilecek üst düzey bir film.

“The Night Porter”, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ‘tehlike’ye açık kapı bırakan bir ilişki yaşayan Nazi subayı Max ve esir Lucia üzerine. İki karakterin yıllar sonra bir otelde karşılaşması bu sevgi ve nefret arasında gidip gelen sado-mazoşist ilişkinin yeniden canlanmasına neden oluyor. Bu yıllar sonra karşılaşma durumunun sinir bozucu İspanyol filmi “Tras el cristal”deki hikayeyi akla getirmesi de olağan. “The Night Porter”ın andığımız bu filmle de belli bir temas yaşadığını söylemek gerek zaten.

Sinema sanatı aşkın ve tutkunun en farklı çeşitlerine ev sahipliği yapmış bir sanat dalı kuşkusuz. Karşımızdaki film ise sinemanın gördüğü en uçlardaki tutku öykülerinden birini sunuyor, "The Night Porter" savaş sonrası travması üzerine psikolojik bir röntgen, şiddet ve erotizm üzerine düşünmemizi sağlayan bir film olarak da okunabilir. Böyle bir temalar geçidi ancak yetenekli bir yönetmenin elinde olmalı ki izleyiciyi o ilişkinin gerçekliğine inandırabilsin. İşte Cavani’de kariyerinin belki de en önemli filmini zaman zaman ekrandan uzaklaşmamıza neden olan rahatsız edici bir görsel dille sarmayı başarıyor.

Özellikle geriye dönüşlerle verilen esir kampı sahneleri ya da karakterlerin bir evin içinde kapana kısıldığı bölümler, çiftin ilişkisinin tüm ‘gergin’ evrelerini ekrana aktarmak konusunda eşsiz bir yoğunluğa ulaşıyor. Tabii bu anlarda seyirci için de Max ve Lucia’nın hikayesinden kopma ve nefes alma isteği doğduğu söylenebilir. Bahsettiğimiz çiftin etrafının kuşandığı son sahnelerde Max’in yıllar önce Lucia’nın duvarlar ardında büründüğü ruh halinin bir benzerini yaşaması izlediğimiz bu aykırı aşk öyküsünün artık çıkmaza girdiğini ve o malum sona yakın olduğumuzu da kulağımıza fısıldıyor aslında.

Filmin başyapıt düzeyine ulaşmasında yönetmenin başarısı kadar oyuncuların mükemmele ulaşan performanslarının da etkisi büyük. Max’de Dirk Bogarde, Joseph Losey başyapıtı “The Servant”daki performansıyla eş değer bir iş koyuyor ortaya. “Death in Venice”daki, tutkusunu içinde büyüten, yine yasaklanmış duyguların adamı olan karakteri de aklımıza düşüyor ister istemez.

Lucia’da Charlotte Rampling ise gözlerini ve beden dilini kullanımından ses tonuna kadar ekranda buz gibi bir performans sergiliyor. 70’li yılların en unutulmaz aktris performanslarından biri Rampling’in sergilediği. Dans sahnesiyle de akıllara kazınıyor. “The Night Porter” onun performansı olmadan düşünülemezdi.

Yorumlar

Popüler Yayınlar