10 MADDEDE SİNE-GÜNDEM



İzlenenler, dinlenenler, yıl içinde konuşulanlar, tartışılanlar... Son iki haftayı kapsayan kişisel sinema gündemimi 10 maddede toparlamaya çalıştım, buyrunuz:


* "Hardcore”, “The Comfort of Strangers” ve “American Gigolo” gibi filmlerini çok sevdiğim Paul Schrader’ın “Adam Resurrected”nını izledim geçen hafta. Bir toplama kampında bir Nazi subayından gördüğü kötü muamelenin travmasını üstünden atamayan bir sihirbazın akıl hastanesi öyküsü bu. İlginç entelektüel okumalara açık, görsel açıdan oldukça dinamik bir film. Hele hele son “The Canyons” faciasının yanında başyapıt kalır. Jeff Goldblum’un performansının ise filme damga vurduğu belirtmek gerek.

* Ayın bombalarından “Hobbit:Beş Ordunun Savaşı”nı beğenenlerdenim (/filme nefret besleyen bir taraf da doğdu işin ilginci). Bir Tolkien ve fantastik tutkunu olarak burun kıvırmam mümkün müydü? Peter Jackson’ın görüntü büyücüleriyle kotardığı estetiksel savaş sahnelerinin göz kamaştırdığı film, L.O.T.R. serisinin epik final bölümü düzeyinde değil elbette. Ama ‘Orta Dünya’dan olsun, taştan olsun’ diyenleri epey memnun edecek bu son bölüm. Sadece, buzul tabakasında yapılan düello sahnesi için bile beyazperdede izlemeye değer.


* John Boorman imzalı, çok sevdiğim “The Emerald Forest”ın dvd’siyle karşılaşmak, filmi tekrardan tazelemek açısından iyi bir fırsat oldu. Brezilya’ya bir baraj yapımı için gelen Amerikalı mühendisin oğlunun Zümrüt ormanlarının yerlileri tarafından kaçırılmasını ve sonrasını anlatan film, özellikle James Cameron’un “Avatar”ını andıran bir ekolojik eleştiriye dönüşüyordu finale doğru. Yağmur ormanlarında çekilen zorlu sahnelerden alt metnine değin epey güçlü bir film bu, Boorman’ın en iyilerinden birini izlemek isteyenlere…


* "Utopia"nın ilk sezonunu bitirdim. Bu İngilizler dizi işini iyi biliyor. Yetenekli bir yazar takımının elinden çıkma metnine ve takıntılı bir titizliğin ürünü olan görselliğine bayıldım!


* "I Origins", mucizeyle ya da ruhani olanla tanışan bir bilim-adamının öyküsü. Sinemasal açıdan etkilemediği sürece bu tarz filmleri sevmiyorum. Sırlar Dünyası'nın pilot bölümü olabilirmiş ama...

* Gelelim “Ida”ya. Abartıldığını düşündüğüm bu filmi pek sevmemiş ve 6/10 vermiştim. Ama kötü bir film olduğunu söylersem haksızlık etmiş olurum sanırım; en başta iyi çekilmiş, zarif bir film bu, her ne kadar ele aldığı temaları tam olarak etkili bir noktaya ulaştıramasa da… Ama filme verilen ödüller yüzünden, ya da şöyle diyelim, bazı ödül törenlerinde yabancı film kategorisinde “Kış Uykusu” yerine aldığı ödüller/adaylıklar yüzünden kimileri tarafından bu kadar yerden yere vurulmasına, ucuzlaştırılmasına ne gerek var? Son günlerde Twitter’da en irite olduğum durumlardan biri de bu; filmleri aldığı adaylıklara/ödüllere göre değerlendiren ve takım tutarcasına sahiplenen veya söven kitlenin varlığı. Bu kitleyi çözmek mümkün değil (ki çözmeye gerek var mı bilmiyorum?) Elbette sevdiğimiz ya da nefret ettiğimiz filmler hakkında yazma/konuşma hakkına sahibiz. Ama bahsettiğim durum daha çok milliyetçilik damarıyla ilintili. Cannes’da Altın Palmiye alan “Kış Uykusu”nun düzenlenen her festivalde/törende ödüllere boğulması mı gerekiyor? Ya da hiç ödül almamış olsaydı, bu durum “Kış Uykusu”nun çok iyi bir film olduğu gerçeğini değiştirir miydi? Sonuç olarak şunu söyleyeyim: Ödül sezonlarını aşırı ciddiye almanın sinema kültürüyle ya da sinefillikle bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum...


* Önümüzdeki yıl, yollarına gül döke döke beklediğim iki film var: Biri Inarritu’nun “Birdman”ı, diğeri birkaç hafta önce fragmanı yayınlanan (son zamanda izlediğim en iyi fragman olabilir), son Malick eseri “Knight of Cups”. To the Wonder’ı epey seven biri olarak özellikle Malick’in nasıl bir iş kotardığı merak konum…


* Dvd arşivimi karıştırırken Marx Brothers’ın “At The Circus”u gözüme ilişti. Komedi dehalarının bu çok sevdiğim işini üçüncü kez izledim. Yine harika fiziksel/sözsel esprilerin cirit attığı bu Marx Brothers güzelliğini ne yapıp edip görün derim. Dvd’si ülkemizde mevcut. Hatta bu filmi sevenlere, tüm zamanların en iyi komedilerinden “Duck Soup” ve “A Night at the Opera”yı önerebilirim.


* John Schlesinger’ın “The Day of the Locust”ı da tazelediklerim arasında. “Sunday Bloody Sunday”, “Midnight Cowboy” ve “Marathon Man” gibi başyapıt düzeyinde saydığım filmlerin yetenekli yönetmeninin Nathanael West'in kitabından uyarladığı bu film, bence 70'lerin en önemli eserlerinden. Hollywood’un ‘acımasız yüzünü en az Billy Wilder’ın “Sunset Blvd.”ı ya da Robert Altman’ın “The Player”ı kadar çarpıcı bir biçimde gözler önüne seren film özellikle, finaldeki film galası bölümünde başlayan çarpıcı ‘kaos’ sahnesiyle unutulmazlaşıyor.


* Exodus’u biraz gecikmeli de olsa seyredebildim. Ridley Scott’ın en zayıf filmleri arasına rahatlıkla yerleştirebileceğim film, sıkça dinlediğimiz/izlediğimiz bir hikayenin tekrar versiyonu… Aronofsky’nin “Noah”ı içinde aynı şeyi düşünmüştüm. Yılın hayal kırıklıklarından olan bu iki film, dini-epik gibi bir türün artık cezbedici bir tarafı kalmadığını kanıtlıyor. Onca fantastik yaratığı ya da süper kahramanı konu alan Hollywood filmleri bile zaman zaman bayat görünürken üstelik...

Yorumlar

Popüler Yayınlar